""TÜRK""LER NE ZAMAN BİR MİLLET İDİ…??

“”TÜRK””LER NE ZAMAN BİR MİLLET İDİ…??


Prof. Dr. F. Sema Barutçu ÖZÖNDER

Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölüm Başkanı




KÖK Sosyal ve Stratejik Araştırmalar Dergisi, Cilt I, Sayı 2, (Güz 1999), s. 65-92.



I. Ortak bir köken mitleri vardı: “Dişi-kurt”tan türemişlerdi


Takdim

Eldeki yazı geniş bir çalışmanın ilk kısımlarıdır. Muhtemelen bu dergide, bundan sonraki kısımları da sırayla neşredilmeye devam edecektir. Çalışmanın bu kısmının parçalanıp bağımsız olarak verilmesinde, şu anda iktidarda bulunan hükûmetin kuruluş aşamasında, koalisyonun iki büyük ortağı arasında cereyan eden Türk köken mitolojisi ve ona ait “kurt” motifinin siyasî malzeme konusu hâline getirilmesi etken olmuştur. Belirtilen süreç içinde şikâyetçi parti ile topluma şikâyet edilen partinin bu konu etrafında ortaya koydukları söylemlerdeki bilgi eksikliği ve yetersizliği de gözlerden kaçmamıştır. Bununla beraber, “motif”in siyasî malzeme olarak kullanılmış olması, “Türk” etnik hayatiyetinin idrâk noktasında taraflarda sürdüğünü görmek bakımından önemlidir. Dolayısıyla, bu tartışma, motife sahip çıkanlarla motifi dışlayanlar bir tarafa, “etnik cemaat” ve “millet” kavramları ekseninde “Türk milleti” ve “Türk etnisi”nin 1999 Türkiyesinde nasıl görüldüğünü, en eski “Türk” adlı etnik topluluğun bugüne uzanan tarihinde, “millet inşası”nda kullanılan mit ve sembollerin yerini belirlemesi ve “biz” olarak “kendini tanımlama”nın seviyesini göstermesi açısından çok yönlü incelemeye değer bir malzeme sunmaktadır.

Giriş
Eski Türk çağına ait Kök Türk alfabesi ile yazılı metinler Türklük biliminde yalnız yazıldıkları zamanın durumu hakkında değil‚ ‘Türk’ adlı topluluğun ön‚ en eski ve eski çağları hakkında da görülerde bulunulacak zengin malzemeyi barındırmaktadır. Bu yadigârlar Türklerin yalnızca dil tarihinin anıtları değil‚ onları bugüne bırakan toplumun ‘millet’ olarak tarihinin de anıt değerindeki tanıklarıdır.
Etnik anlamda ‘kimlik’ ve günümüz modern ‘millet’ anlayışının sorgulamalarında kendini sanık olarak görenler için‚ bu anıtlar Türk milletleşme tarihi incelemelerinin aslî görgü tanıkları ve somut delilleri olarak durmaktadır.
Bu çerçevede yapılacak bir inceleme‚ gerçekte‚ Türklüğün bu zaman-mekân boyutuna eğilecek Türk toplum bilimcilerini ve Türk toplum tarihçilerini beklemektedir. Prof. Dr. Sencer Divitçioğlu’nun Kök Türkler (Kut‚ Küç ve Ülüg) (1987) adlı eseri böyle bir incelemenin ilk girişimlerinden biri olarak değerlendirilmelidir. Prof. Dr. Bozkurt Güvenç’in Türk Kimliği olarak iddialı bir başlık taşıyan eseri ise (1992)‚ bu konuyla ilgili yüzeysel görüş ve çalışmaların derlemesinden ibaret gözükmektedir; bu bakımdan Divitçioğlu’nun eseriyle karşılaştırılamaz.
Elbette‚ bu noktada dil tarihçilerinden toplum bilimcilerine ve toplum tarihçilerine bu metinlerin gerçekten iyi yorumlanmış eserlerini vermeleri beklenir. Türk dil yetisinin‚ sosyal bilimler alanının her tür sorusuna cevap verir nitelikteki bu icra ürünlerinin doğru‚ eksiksiz ve yansız tahlillerini yapabilmek‚ sağlam gramer bilgisi yanında Türk siyasî ve kültür tarihine‚ Türk mitolojisine ve inanç sistemine‚ toplum bilimi kavramlarına yakınlığı veya en azından tanışlığı da gerektirir.
Kök Türk ve onu takip eden ‘oluşum’ların sınırları içindeki nüfusun‚ siyaset-savaş düzeyinde birleşip çözülen‚ dil‚ akrabalık ve ortak ata gibi etkenlerin hiç öneminin olmadığı insan derneşikleri (Divitçioğlu 1987: 177) mi‚ yoksa ‘millet’ tanımı ile uğraşanların varsayım ve gereklerinin varlığında uzlaştıkları ‘millet’ olma unsurlarına sahip insan topluluğu mu oldukları üzerine neler söylenebilir?
Bu problematiğin incelenmesinde ve iddia/iddiaların doğrulanmasında veya geçersiz kılınmasında temel belgeler olarak 7-9. yüzyıla ait Kök Türk alfabesiyle yazılmış Türkçe metinler kullanılmıştır. Bunlar arasından‚ özellikle 8. yüzyılın ilk yarısına ait ‘Kök Türk’ yönetici mezar kitabeleri ile onu izleyen Ötüken ‘Uygur’larının kağanlık kitabelerine müracaat edilmiştir. Tamamlayıcı özellikleriyle Yenisey bölgesi kitabeleri de ihmal edilmemiştir.
Bu yazılı belgeler‚ birinci elden ‘Biz’in etnik kimlik tanımlayıcıları olmaları kadar‚ ‘onlar veya diğerleri’nin de nasıl görüldüğü veya ‘diğerleri’ne nasıl bakıldığını göstermeleri bakımından değer taşırlar. Bu yazının ‘biz’i bugün genel olarak kendilerine ‘Türk’ diyenlerin veya öyle sayanların ataları’dır; ‘onlar’ı ise esas olarak ‘biz’in o dönemde ‘Tabgaç’ diye adlandırdığı bugünkü Çinlilerin ataları olacaktır. Zaman zaman başka ‘diğerleri’ne de metinler elverdiği nispette bakılacaktır.
Çin tarihi aslında bir sülâleler tarihidir ve bir kısmı da Türk‚ Moğol ve Mançu-Tunguz kökenlilerin atalarının, yani bir varsayım olarak şecerevî dil bilimi (genetik linguistik) açısından aynı kökten oldukları iddia edilen ‘Altay’ kökenlilerin iktidarları ile geçer (1). Bununla beraber‚ yazının oturduğu tarihî kesitin ‘onlar’ açısından asıl önemi‚ bu dönemin Çin soyundan gelenlerin iktidarı elde tuttuğu sülâleler dönemine rastlamasından kaynaklanır. Diğer yandan‚ ilgili Çin yıllıkları‚ hem Türkçe metinlerin kontrolörü olmak‚ hem de biz-onlar ekseni üzerinde‚ ‘onlar’ın ‘biz’i etnik kimlik noktasında nasıl görüp‚ ‘biz’e nasıl baktıklarını anlamak bakımından da dikkate değerdir. Dolayısıyla Çince kaynaklar da bazen tamamlayıcı, bazen de temel kaynaklar olarak kullanılacaktır.
Ayrıca‚ Türk sözlü edebiyatı kadar‚ şüphesiz Türk arkeolojisi de konunun daha somutlaşmasına yarayacak zengin malzemeyi sunmaktadır ki bunlara da gerektiğinde müracaat edilecektir.
Araştırmanın belli bir etniklik yaklaşımı sınırında yapılmamasına özellikle özen gösterilmiştir. Bunda, son yıllarda yapılan çalışmalarda, Türk millet oluşumunun, hatta daha ileri giderek “Türk” etnik oluşumunun, A.D. Smith’in etnikliğin ve milletleşmenin biyolojik görünümlerini (2) ihmal ettiği ve sembollere ağırlık tanıdığı için eleştirilen ve başarısız görülen görüşlerine sıkça yapılan referanslar etkili olmuştur. J. Armstrong ve özellikle A.D. Smith’in etnik orijinlerin kökeni üzerine ileri sürdükleri görüşler elbette inkâr edilemez, aksine çok önemli unsurlar da içerir. Öte yandan, bütün Türk tarihini göz önünde tutarak, A.D. Smith’in, millet oluşumunda “hâkim etnik çekirdek”e verdiği önemi neden bu tür çalışmaların ihmal ettiği veya sessiz kaldığı da dikkat çekicidir.
“Etnosembolizm”e bir bakış
Genel kabule göre, milletle “bir tarihî kültür ile belli bir yurdu paylaşan herkesi tek bir siyasî topluluk içinde birleştiren kültürel ve siyasî bir bağı gösteren”ler anlaşılırken‚ devletle “diğer toplumsal kurumlardan farklılaşmış ve onlardan özerk‚ belli bir toprak parçasında baskı ve zor tekeli uygulayan kamu kurumları” kastedilmektedir (Smith 1994: 32-33). Smith’in millet tanımı aynen şöyledir: “tarihî bir toprağı/ülkeyi‚ ortak mitleri ve tarihî belleği‚ kitlevî bir kamu kültürünü‚ ortak bir ekonomiyi‚ ortak yasal hak ve görevleri paylaşan bir insan topluluğunun adı” (1994: 32). Bu iki temel kavram üzerine yapılan tanımlar sayıca artırılabilirse de‚ özde büyük ölçüde birleştiği dikkati çeker.
Smith’te millî kimlik (national identity) ve millet (nation) “birbirleriyle ilişkili etnik kültürel‚ teritoryal‚ ekonomik ve yasal-siyasî pek çok unsurdan oluşan karmaşık yapılar” olarak değerlendirilir ve milletin biri sivil ve teritoryal diğeri etnik ve jeneolojik olan iki boyutu harmanladığı dile getirilir.
Milletler mensuplarına kesin bir toplumsal mekân tanımlar ve topluluğu zaman ve mekâna konumlandıran bir tarihî toprağın/ülkenin sınırlarını çizerler‚ fertleri milletin “moral coğrafyası”nın eşsizliğini gösteren “kutsal merkezler”le süslerler (Smith 1994: 34).
Milletler ekonomik bakımdan‚ insan gücü de dâhil teritoryal kaynaklar üzerinde denetim kurarlar. Ayrıntılı bir iş bölümü oluşturur‚ yurt içinde topluluk fertleri arasında kaynak dağılımının yanı sıra emek ve **** dolaşımını da teşvik ederler (Smith 1994: 34).
Etnik kimlik duygusunu bir araya getiren‚ birleştiren ve uzun süre devamını mümkün kılan güçler arasında devlet kurmak‚ askerî hareketlilik ve örgütlü din hayatî önemi haiz görünmektedir (Smith 1994: 50). Smith, burada Weber’i hatırlar ve onun “örgütlülüğü ne kadar yüzeysel olursa olsun ortak etnikliğe inancı telkin eden‚ esas olarak siyasî topluluktur” ifadesini düşerek, etnik oluşum ve süreklilik açısından siyasî eylemin önemini vurgular. Etnik kimlik duygusunun ve nihayetinde millî asabiyyenin gelişmesinde en büyük rolü üniter bir siyasanın tesisi oynamıştır. (Smith 1994: 50).
Weber, sosyal aksiyonun problematik kaynaklarından biri olarak gördüğü ve ortak atadan türeyen ve ortak miras alınabilen hususiyetlere sahip olduğunu belirttiği “ırk kimliğinin” oluşumundan söz ederken, ırkî grub’un “ırk, ancak sübjektif olarak ortak bir hususiyet olarak algılandığında/kabul edildiğinde” ortaya çıktığını belirterek, bu da ya “ancak bir komşuluk veya ırken farklı kişilerin sınır yakınlığı, ortak (en çok siyasî) aksiyon temelinde olduğunda veya tersi olarak‚ aynı ırkın üyelerinin bazı ortak tecrübeleri, açıkça farklı bir grubun üyelerine karşı bir antagonizmle/husumetle bağlandığında vuku bulur” der. (Weber (1922) 1996: 53). Weber’in “ırk kimliği”nin ve buna bağlı olarak “ırkî grub”un oluşmasında rol oynayan faktörler arasında “siyasî aksiyon”a vurgu yapılmakla beraber, dile getirilen ikinci faktör de “grub”un yaratımında eş anlı olarak rol oynamış olmalıdır. Diğer yandan, Weber ortaya çıkan sosyal aksiyonun, genellikle sadece olumsuz olduğunu da belirterek, bunun da “açıkça farklı olanlardan kaçınma ve hakir görme veya tersine ne olduğu bilinmeyen bir korkuyla bakma” şeklinde tezahür edeceğini ifade eder (Weber (1922) 1996: 53). Hem bu sayılan faktörleri eş anlı olarak görmek hem de sözü edilen bu sosyal aksiyonun tezahürlerini belirlemek açısından 8. yüzyılın ilk yarısından kalma kitabeler değerli bir malzemeyi sunar.
Bir devletin etnik çekirdeği çoğunlukla o milletin karakter ve sınırlarını şekillendirir; zira devletler milletleri oluşturmak üzere çoğu zaman tam da böyle bir temel üzerinde birleşirler. Millet bir etnide olduğu gibi‚ tanım gereği ortak mitleri ve anıları olan bir topluluktur. Aynı zamanda da teritoryal bir topluluktur. Ancak etnide‚ bir ülke ile olan bağ sadece tarihî ve sembolik kalabilirken‚ millette bu bağ fizikî ve fiilîdir; milletlerin ülkeleri vardır. Başka bir deyişle milletler her zaman etnik ‘unsur’lara ihtiyaç duyarlar (Smith 1994: 70-71).
Milletlerin inşa edilebileceği farklı etnik çekirdek tipleri açısından yaklaşıldığında‚ 7-9. yüzyıl Türk yazılı dokümanları yatay etni tipi üzerine inşa edilmiş “Türk” milletinin varlığından söz edilebileceğini ortaya koyar. Dikey’e karşı Yatay etni tipi terimini ilk Smith kullanmıştır (3). Smith’e göre, bir devletin etnik çekirdeğini oluşturan hâkim yatay etni‚ orta tabakaları ve uzak diyarları hâkim etnik kültüre tedricî olarak katabilir. Bu katılmanın asıl âmili, ona göre bürokratik devlettir. Bu doğru olmalıdır. Askerî‚ idarî‚ mâlî ve hukukî aygıtlarıyla bu bürokratik devlet‚ hâkim aristokratik etnik çekirdeğin mirasını oluşturan değerlerden‚ sembollerden‚ mitlerden‚ geleneklerden ve anılardan mürekkep sermayeye çekidüzen verir ve onu yayar. Pratikte egemen ve periferik etnik kültürler arasında hâkim çekirdeğin tayin ettiği parametreler dâhilinde belli bir intibak gerektirirse de‚ bu sayede aristokratik etnik devlet nüfus için yeni ve daha geniş bir kültürel kimlik tanımlamaya muktedir olur (Smith 1994: 93-4).
Eski ve orta dönem Türk devletlerinin etnik çekirdeğini oluşturan etni tipinin yatay etni tipi olduğu iddiası yeni değildir. Siyaset bilimci olarak Ş. Mardin, Türklerde aristokrasinin varlığına işaret etmiştir, ancak onun belirttiği gibi “Daha eski Türk topluluklarında olduğu gibi, Oğuzlarda da tepede bir Han ya da aşiret başkanının, onun altında bir aristokrat tabakanın (beyler), son olarak da alt sınıflar ya da halkın yer aldığı basit bir tabakalaşma düzeni görülmektedir” (1995: 80) şeklindeki değerlendirmenin de, en azından bizim dayandığımız belgelerin Türkleri açısından bütün gerçeği yansıttığı söylenemez. Bu söylenenler açısından da, 7-9. yüzyıl kayıtları ve onların tamamlayıcısı veya denetleyicisi belgeler sorgulanmaya çalışılacaktır.
Smith’e göre, etnie’ler değişen derecelerde olsa da mutad olarak altı ana özelliği gösterirler:
cemaatin/topluluğun ‘aslını/özünü’ (essence) ifade etmek için ortak özel ad; bir ortak ata miti‚ zamanda ve mekânda ortak bir köken fikrini kapsayan ve etnie’ye bir hayalî akrabalık duygusu veren mit‚ bir gerçekten ziyade bir mit‚ Horowitz’in ‘üst-aile’ (super-family) diye adlandırdığı şey; paylaşılan tarihî anılar, veya daha iyisi‚ kahramanları‚ olayları veya onların anılışını içine alarak‚ bir ortak geçmiş veya geçmişlerin paylaşılan anıları;
ortak kültürün bir veya daha fazla unsuru‚ belirtmeye gerek olmamakla birlikte normal olarak din‚ gelenekler ve dili kapsar; bir ana yurtla bağ‚ etnie tarafından fizikî işgali zarurî değildir‚ sadece ata topraklara sembolik bir bağ; diaspora halklarda olduğu gibi; etnie nüfusunun en azından bazı bölümlerinin bir kısmında dayanışma duygusu (Smith 1986: ch. 2). Bu, “etnie’lerin tanımında paylaşılan mitlerin ve anıların ve fertlerin cemaatle sübjektif hüviyet ispatının önemini ortaya koyar; köken ve tercih mitlerini içine alarak, paylaşılan mitler ve anılar ile onların vücuda getirdiği dayanışma duygusu olmadığı takdirde bir cemaatten çok bir etnik kategoriyi konuşmuş oluruz. İkinci anahtar unsur geçmişe oryantasyon/yönelimdir; cemaatin kökenlerine ve atalarına ve onun ‘altın çağları’na‚ siyasî‚ artistik ve ruhî büyüklük dönemlerini içine alarak‚ onun tarihî teşkiline yönelim. Cemaatin kaderi bir biricik‚ paylaşılan geçmişin bizzat anlaşılmasıyla‚ etno-tarihe bağlıdır” (Hutchinson ve Smith 1996: 7).
Türkler eski Türk çağlarında ortak mitleri ve anıları olan bir topluluktu 




A.D. Smith, Ethnic Origins of Nations (Milletlerin Etnik Kökenleri) adlı eserinde, etnik kökenlerin ve ahfadın mitinde, bir millî mitolojide bulunan motif ve unsurları şöyle sıralamıştır;
1. orijinlerin mekânda bir miti; yani topluluk nerede doğdu;
2. bir atalar miti; yani bizi kim doğurdu ve ondan (dişi/erkek) biz nasıl geldik;
3. bir göç miti; yani nereleri dolaştık;
4. bir hürriyet miti; yani nasıl hür olduk;
5. bir altın çağ miti; yani biz nasıl büyük ve kahraman olduk;
6. ölüm/yok oluş miti; yani biz nasıl inkıraz bulduk/zayıfladık ve nasıl fethedildik/sürgün edildik;
7. yeniden doğuş miti; yani eski ihtişamımızı yeniden nasıl sağlayacağız (1986: 192).
Türk köken efsanesi
Bu sayılan unsurlar dahilinde, sosyal antropolojik ve sosyolojik cihetten “Türk” köken mitolojisinin incelendiğini söylemek güçtür. Bununla beraber Prof. Ögel’in 2 ciltlik Türk Mitolojisi (1971, 1995) adlı yetkin eseri Türklük bilimi üzerine uğraşanlara iyi bir yol göstericidir. Türk köken ‘mit’ine dair malzeme Ögel’in eserinde değerlendirmeye alınmıştır. Ögel, Çin kaynaklarındaki metinleri ayrı bir çalışma olarak da daha önce neşretmişti (1957). Türk köken ‘mit’i ile ilgili son müstakil çalışmalardan biri olarak, D. Sinor’un “The legendary origin of the Türks/Türklerin efsanevî kökeni” (1982) araştırmasını da hem araştırmacının vardığı sonuçlar hem de incelemenin özelliği bakımlarından anmak gerekir. Peter Golden da An Introduction to the History of the Turkic Peoples/Türkî Halkların Tarihine Giriş adlı eserinde konu üzerinde durmuştur (1992: 117-124). Golden’ın bu konu ile ilgili görüş ve düşüncelerini topladığı bölümün “The Questions of Türk Origins/Türk kökenleri meselesi” şeklindeki başlığı, onun “Türk etnie”sine yaklaşımı hakkında fikir verebilir. Esasen, Sinor ve Golden “Türk etnie” anlayışlarında hem-fikirdirler.
Çin Kaynaklarında Türk Köken Efsanesi
En eski Türk köken efsanesi metinleri, bugünkü bilgilerimiz dâhilinde, Çin kaynaklarında tespit edilebilmiştir. Bu kaynakların özelliği resmî sülâle yıllıkları olması yanında, sülâlelerin hükümranlık dönemleri ile “Türk” köken efsanesinin bulunduğu bu yıllıkların oluşturulduğu tarihlerin Kök Türk devletinin I. dönemine rastlamasıdır. Bu yönüyle önemlidir.
Sinor, “Türk” köken efsaneleri ile ilgili olarak Çin kaynaklarında tespit edilen üç efsane üzerinde durur. Bunlardan en eskisi 629’larda tamamlanan Chou sülâlesi yıllıkları Chou shu’da geçen efsanedir (Sinor’un Legend A’sı, Ögel’in Göktürklerin Birinci Menşe Efsanesi). Aynı efsanenin çok az farklı bir versiyonu 659’da tamamlanan Pei shih’de (Ögel’de yoktur) ve Sui sülâlesi (581-617~618) yıllıkları Sui shu’da (629-636) da geçer. Sui shu’daki metin, Ögel tarafından Chou shu’dakinden ayrı olarak değerlendirilmiş ve Göktürklerin İkinci Menşe Efsanesi olarak verilmiştir. Sinor ise, Sui shu ve Pei shih metinleri arasındaki farkın çok az olduğunu belirterek, Birinci Menşe Efsanesi (Sinor’un Legend A’sı) için yaptığı karşılaştırmada Pei shih’deki metni esas almıştır. Sinor, bunları Ögel gibi bağımsız olarak değerlendirmediği için haklıdır. Yani, bu köken efsanesinin Çin kaynaklarında 3 versiyonu vardır.
Türk köken efsanesi ile ilgili II. Metin (Sinor’un Legend B’si, Ögel’in Göktürklerin Üçüncü Menşe Efsanesi), Chou shu’nun Türk kısmında I. Metnin hemen altında verilmiştir (50, 2a).
Sinor’un köken efsaneleri arasında bağımsız olarak alıp diğer ilk iki köken efsanesiyle beraber karşılaştırmalı olarak değerlendirmesini yaptığı Legend C’si ise, muhtemelen 860’ta yazılmış Yu-yang tsa-tu adlı bir derlemede bulunur. Bu efsane Ögel’de Kök Türklerin köken efsaneleri arasında işlenmemiştir. Ögel Yu-yang tsa-tu’daki “insan kurbanı” motifi taşıyan bu efsaneyi, “Bu efsane Türklerin çok eski, belki de tarihten önceki âdetlerinin bir yankısıdır. Göktürk çağı ile ilgili hiçbir kaynak, Göktürklerin insan kurbanı verildiğine dair en ufak bir açıklamada bulunmamaktadırlar. Zaten bu efsaneyi yazan Çin kaynağı da söze başlarken, bu efsanenin, Göktürklerin dedeleri ile ilgili bir söylenti olduğunu yazmaktan kendini alamaz” (1971: 570) diyerek neden dışarıda bıraktığını belirtir. Yu-yang tsa-tu’nun yukarıda anılan Çin kaynaklarından ayrılan önemli özelliği resmî tarih olmamasıdır.
I. Metin

Ögel (1971: 20-21 (Chou shu), 22-23 (Sui Shu); Sinor (1982: 224-225 (Chou shu, Pei shih); Liu Mau-Tsai (1958: 5 (Chou shu), 40 (Sui shu)
Chou shu (50, 1a)
Türkler (T’u-küe) Hunlardan (Hsiung nu) gelen bir koldur. Soy adları A-shi-na’dır. Bağımsız bir uruk olarak (yaşarken), onlar komşu bir devlet tarafından yenildiler, soyca öldürüldüler. Sui shu (84, 1a)
Türklerin ataları Batı Denizinin (Hsi-Hai) batısında otururlardı. Onlar bağımsız bir kabile oluştururlar. Şüphesiz onlar Hsiung-nu’lardan gelen bir koldur. Onlar A-shih-na uruğuna aittir. Daha sonra, onlar, boylarını tamamen ortadan kaldıran komşu bir ülke tarafından yenildiler.
On yaşında bir oğlan çocuk kalmıştı. Askerler, onun gençliğine bakıp onu öldürmek ellerinden gelmemişti.
Çocuğun ayaklarını kesmişler ve bir bataklık içindeki otlar arasına bırakmışlardı. Onun ayaklarını ve ellerini kesmişler ve bir bataklığın içindeki otlar arasına bırakmışlardı.
Orada çocuğu etle besleyen bir dişi kurt peyda oldu. Oğlan büyüyünce, kurtla karı-koca hayatı yaşadı, onu gebe bıraktı. (Daha önce çocuğun uruğunu yenen ve hepsini öldüren devletin) kralı oğlanın hayatta olduğunu duydu ve birini onu öldürmesi için gönderdi. Bununla görevlendirilen oğlanla dişi-kurdu birlikte gördü, onu da öldürmek istedi.
Fakat kurt Kao-ch’ang’ın kuzeyindeki bir dağa (Turfan) kaçtı. O anda sanki bir ruh gibi birdenbire kurt Batı Denizinin doğusuna taşındı. O Kao-chang’ın kuzeybatısındaki bir dağda (Turfan Havzası) yerleşti.
Dağda bir mağara vardı, mağaranın içinde bereketli otlarla kaplı, yaylımı bir baştan bir başa birkaç yüz li’nin (4) üstünde ve dört tarafı dağlarla çevrili bir ova vardı. Kurt onun içine sığındı ve daha sonra on oğlan doğurdu.
On oğlan büyüdüler ve dışarıdan eşler aldılar. Onların nesillerinden olan her biri bir soy adı aldı, (onlardan biri de) kendine A-shih-na dedi. A-shih-na aile adı bu çocuklardan birinin soyundan gelir.
Aralarında en zekisi o idi ve onların yöneticisi oldu. Kökenlerini unutmamış olduklarını göstermek için [Türklerin] ordugâhının kapısı önünde, tepesinde kurdun başının olduğu bir bayrak konurdu.
Onların çocukları ve torunları çoğaldılar. yavaş yavaş birkaç yüz aile hâline geldiler. Birkaç nesil geçtikten sonra,
mağaradan çıktılar ve Ju-ju’lara tâbi oldular. Onlar Kin-shan’ın güney eteklerinde yaşadılar. Ju-ju’lara demirci olarak hizmet ettiler. Belli bir A-hsien-shih boya başkanlık etti ve mağaradan çıktılar ve Juan-juan’lara bağlandılar.
II. Metin
Yer: Chou shu (Ögel 1972: 27-28; Sinor 1982: 226; Liu Mau-Tsai 1957: 5-6)
“Türklerin atasının, Hsiung-nu’ların (Hunların) kuzeyinde bulunan Sou ülkesinden çıkmış oldukları kaydedilir. Onların kabilelerinin reisine A-pang-pu denirdi. Onun, on yedi tane küçük erkek kardeşi (5) vardı. Onlardan (6) birinin adı da İ-chih-ni-shih-tu idi. Bu çocuk kurttan doğmuştur. A-pang-pu ve onun kardeşlerinin yaratılış bakımından tabiatları, biraz budalaca idi. Bu sebeple de devletleri, düşmanlar tarafından süratle yok edildi. (İ-shih-)ni-shih-tu, yağmur yağdırma ve rüzgâr estirme hususunda tabiat üstü bir kudrete sahipti. O sırasıyla yaz ve kış ruhlarının kızları olduğu söylenen iki kızla evlendi. Onlardan biri hamile oldu ve dört tane erkek çocuk doğurdu. Bu çocuklardan biri beyaz bir kuğuya (7) değişti, diğeri A-fu ve Chien (Kem) nehirleri arasında bir devlet kurdu. Bunun adı da Ch’i-ku (Kırgız) idi. Üçüncü çocuk da Chu-chih suyunun kıyılarında hükümranlığını tesis etti. Dördüncü çocuk ise, Chien-hsi-ch’u-chih-shih dağlarında oturuyordu ve kardeşlerinin de en büyüğü idi. Bu dağlar üzerinde, yıkılan eski devletin başkanı A Pang-pu’nun bir oymağı yaşıyordu. (Bu dağların çok soğuk olması sebebi ile), bu oymak da soğuktan çok ıstırap çekiyor (ve ısınmanın bir yolunu bulamıyordu). Dört çocuğun en büyüğü, burada ateşi bulmuş ve onları ısıtarak beslemişti. Bu yolla da oymak halkı ölmeden, yaşamanın yolunu bulmuştu. Bunun üzerine diğer üç kardeş de birleşerek ona bağlandılar, büyük kardeşlerini başkan seçmişlerdi. Büyük kardeş başkan olunca da Türk unvanı verilmişti. Bu Türk’ün özel adı da No-tu-lu-shih/Na Tu-liu-shih idi.
No-tu-lu-shih/Na-tu-liu-shih’in on tane de karısı vardı. Bu kadınların doğurdukları erkek çocukların hepsi de soy adlarını, annelerinin adlarından alıyorlardı. (Göktürk devletini kuran) A-shih-na ise, (Türk’ün) küçük karısının (8) soyundan geliyordu. No-tu-lu-shih/Na-tu-liu-shih (Türk) ölünce, on ayrı anneden doğan çocukların hepsi toplandılar ve aralarından birini başkan yapmak istediler. Hepsi bir arada büyük bir ağacın altına gittiler ve orada şöyle anlaştılar: – Ağaca doğru, en çok kim yükseğe atlayabilirse, o başkan olacaktır”. A-shih-na’nın oğlu, diğerlerinin arasında en genç olmasına rağmen, en yükseğe atladı. Hepsi onu kendilerine başkan yaptılar. A-shih-na’nın oğlu başkan olunca, A-hsien-shih unvanını aldı. Efsanelerin ayrı olmasına rağmen, bunların hepsinin de kurttan türemiş oldukları üzerinde herkes birleşmiştir. (A-hsien Şad’dan sonra da torunu) Bumın Kağan (T’u-men) (9) gelmiştir.”
D. Sinor’un Türklerin Köken Efsanesi arasında verdiği efsane (Legend C)
“Türklerin atasına Shê-mo-shê-li denirdi, A-shih-tê mağarasının batısında yaşayan göl ruhu/perisi [vardı]. Shê-mo’ya tabiat-üstü/mucizevî bir şey oldu. Her akşam göl ruhunun kızı onu göle alıp getirmek için beyaz bir geyik gönderirdi. Tan vakti onu geri gönderirdi. Birkaç on yıl sonra Shê-mo’nun boyu büyük bir ava hazırlanıp çıktı. Gece yarısında göl ruhunun [kızı] Shê-mo’ya dedi ki ‘Yarın av sırasında altın boynuzlu beyaz bir geyik senin atalarının doğduğu mağaradan çıkacak. Eğer senin okların geyiği vurursa, sen yaşadıkça ilişkimiz sürecek, fakat eğer onu kaçırırsan, ilişkimiz sona erecek.
Günü geldiğinde [Shê-mo] sürek avına katıldı ve gerçekten de, altın boynuzlu bir beyaz geyik doğum-mağarasından çıktı. Shê-mo kendisini takip edenlere sürek avını sıkıştırmalarını emretti. Geyik kaçmak üzere iken, öldürüldü. Shê-mo, kızgın, bizzat kendi eliyle lider A-erh’in boynunu vurdu/başını kesti ve şöyle ant içti: ‘[Geyiğin] bu katlinden itibaren, ebediyyen, Gök Tanrı’ya bir insan kurbanı adanması mecburî olacaktır. A-erh’in boyundan bir erkek seçilecek ve kurban olarak başı kesilecektir.’ Bu güne kadar tuğa bir kurban olarak Türkler A-erh’in boyundan bir adamı alır. Shê-mo A-erh’in başını kestiği akşamı göl ruhunun kızına döndü, kız ona ‘Senin elin bir erkeğin başını kesti, hava kan kokusuyla pis koktu. Bundan dolayı aramızda herşey bitti.’ dedi.” (Sinor 1982: 230).
Yu-yang tsa-tu’da geçen bu efsane “Türk”lerin atalarının doğum-mağarasından – Chou shu, Sui shu ve Pei shih’de birbirinden çok az farkla ayrılan I. metindeki dişi-kurdun kaçıp sığındığı ve on oğulu dünyaya getirdiği Kao-ch’ang’ın kuzeyindeki bir dağın içindeki mağaradan – çıktıktan sonraki hayatlarına ait bir anlatım gibidir. Ögel ve Golden da bu hikâyeyi etnogenetik karakterde görmezler (Ögel 1971: 570; Golden 1992: 119). Sinor ise, daha sonraki çalışmalarında da görüşünü korur (1985, 1990).
Bir açıdan, bu anlatımı bağımsız bir “Türk köken efsanesi” olarak görmekten çok, “gerçek hikâye” statüsündeki Türk köken mitinin motiflerinin kullanıldığı, Türk köken miti etrafında oluşan bir halk hikâyesi (folktale) olarak telâkki etmek doğru olabilir. Öyle ki, kutsal köken mitlerinin anlatıldıkları yerler ve zamanlar, ancak belli yerler ve zamanlar olabilirken, “sahte hikâyeler” herhangi bir yerde ve herhangi bir zamanda anlatılabilirler ve anlatıcıları da bu farkı bilirler (Eliade 1990: 25). Bunu, ilk iki anlatımın, Türk hanedanının tarihinin anlatıldığı resmî yıllıklarda yer alırken, bu hikâyenin neden bir resmî sülâle yıllığında değil de bir derlemede yer aldığına da uygulayabiliriz. Yahut da, birbiriyle ilişkili iki “gerçek hikâye”yi veren Chou shu’nun neden bunu vermeyi ihmal ettiğini sorabiliriz. Muhakkak ki Türkler arasında da çeşitli versiyonlarıyla söylenegelen “gerçek hikâyeler” ile “sahte hikâyeler” vardı; Chou shu ve Sui shu gibi resmî sülâle yıllıklarının hazırlayıcıları kadar, efsanelerin anlatıcısı(/anlatıcıları) Türk(/ler) de bu farkı bilen anlatıcı(/lar) olmalıydı veya yıllıkların düzenlendiği zamanlarda böyle bir efsane daha yoktu.
Bununla beraber, Türklere atfedilen bu anlatımın, köken efsaneleri etrafında söylenenler kapsamında olduğu her zaman dikkate alınmalıdır. Ancak, efsaneyi Sinor gibi bağımsız bir “köken” efsanesi olarak saymak da mümkün görünmüyor. Çünkü bu anlatım bir köken efsanesinin taşıması gerekli bütün motifleri barındırmıyor, aksine bir etnik topluluğun “doğuş” sonrası hayatına dair mitle karışık haberler, hatta önemli haberler veriyor. Bu bakımdan bu anlatımı bağımsız bir köken efsanesi değeri vererek karşılaştırmaya gitmek ve efsaneler arası motif mukayesesi yapmak suretiyle elde edilecek sonuç, elbette sonuçsuz olacaktır.
Bu metinde, “Türk” köken efsanesinin izini veren motif, aslında “doğum-mağarası” ile ilgili kısım gibi gözükür. Sinor, doğum-mağarasının altın boynuzlu beyaz geyiğin de mağarası/evi olduğuna dikkat çekmiştir (1982: 231). Efsanenin diğer önemli bir yanı “Türk”lerin atalarının bir “insan kurbanı” motifi ile, daha sonra bizzat Türklerin kendi yazıtlarında göreceğimiz “Semavî Tanrı”ya (ETü. Kök Teh ri) yer vermiş olmasıdır.
Aslında, bu hikâyedeki motifler; atalar mağarası; hem doğum-mağarası hem de A-shih-tê mağarası, hükümdarın av töreni, altın boynuzlu ak geyik, onun avı, geyiğin ancak Shê-mo tarafından avlanabileceği, Göksel Tanrı’ya yasağın çiğnenmesinden dolayı geyik yerine, artık insan kurban edilmesi (10) gibi unsurlar incelenmeye değerdir. Meselâ, Proto-Türk sanılan Chou’lar döneminde (M.Ö. 1050-249) “kurban ayini vechesi olan bir av merasimi sırasında Chou hükümdarı ok ile geyikler avlayıp atalarının tapınağına kurban ediyordu” (Esin 1978: 94). Diğer yandan, bilindiği gibi, M.S. 630’da Hsüen-tsang’ın da ziyaret ettiği, Türk devletinin batı kanadını sevk ve idare eden, “On Oklar”ın lideri T’ong Yabgu’nun (11) merkezi Bih Yul’da (Bin Bulak) da yaşayan geyikleri öldürmek yasaktı. Öyle ki buradaki geyikler ehlîleşmişti (Esin 1976: 158). Arap kaynakları da aynı bölgede “Türgiş” hakanının kutlu dağından ve orada avlanmanın yasak olduğundan bahsediyordu (Esin 1976: 158).
Chou shu’da I. efsanenin hemen ardından verilen II. efsanenin, oluşturma tarihi daha geç olan Sui shu’da yer almamış olmasını da Ögel yukarıdakine benzer bir şekilde değerlendirmiştir: “Bu çok önemli efsane, yalnızca Chou Sülâlesinin resmî tarihinde geçer. Ondan sonraki, bütün Kuzey Çin’i ele geçiren ve Türkleri daha iyi tanıyan Sui Sülâlesinin tarihinde yoktur. Öyle anlaşılıyor ki Göktürklerin “Devlet efsanesi”, yani devletin tanıdığı efsane, çocuğun dişi kurtla birleşmesi ve bundan mağara içinde, On-boyun türemesi idi. Bu, daha fazla yaygın ve her tarafta yaşayan şekil idi. Daha eski tarihlerin anlattıkları efsane ise, halk masalları ile karışmış bir “Halk destanı” idi” (1971: 28). Ögel’e karşılık, II. Metni Sinor bağımsız bir köken efsanesi olarak görür ve karşılaştırmaya alır. Bunu Golden da takip eder.
Bununla beraber, II. Metin (Ögel’in Üçüncü Göktürk Menşe efsanesi, Sinor’un Legend B’si), I. Metin ile bir arada ‘bütün’ olarak da değerlendirilebilir. Yani I. efsane ve II. efsane anlatımları birleştirilebilir; iki metnin boşlukları birbirleriyle tamamlanabilir. Bu iki anlatım birleştirilerek bir bütün efsane senaryosu yazılabilir.
Her iki efsane metni beraber olarak şunları düşündürtmektedir:
1) I. Metnin ikinci cümlesindeki “bağımsız bir kabile olarak yaşayanlar”ın yaşadıkları zaman ile II. Metindeki “17 kardeş”li A-pang-pu’nun idaresinde (böylece toplam 18 kardeş) (12), Sou ülkesinde, her bir ok/uk’un liderliğini A-pang-pu’nun kardeşlerinin yaptığı ve onların soylarından gelen birliğin yaşadığı zaman aynı değildi. Metinlerde aynı olduğuna dair her hangi bir işaret yoktur. Yaşadıkları yerler de ayrıdır. Fakat, I. Metnin, Sui shu’ya göre Hsi Hai’ın batısında “bağımsız olarak yaşanları”, II. Metnin yaradılış bakımından tabiatları biraz budalaca/safça olduğundan devletleri, düşmanlar tarafından süratle yok edilmiş olan A-pang-pu-nun idaresindeki 18’li bir yapı içinde hüküm süren “bağımsız devlet”i kuranların ataları idi. Bu atalar da yaradılışça budala/saf olmalıydılar ki, bağımsız olarak (Sui shu’ya göre Hsi Hai’ın batısında) yaşarlarken, komşu bir devlet tarafından yenilmişler, soyları da bu devlet tarafından ortadan kaldırılmıştı. Onlardan 10 yaşında elleri (ve ayakları kesilmiş) tek bir çocuk kalmıştı. Bu çocuğu bir dişi-kurt besledi, çocuk büyüdü. Kurtla karı-koca hayatı yaşadı, onu gebe bıraktı… Kurt eski düşman tarafından yok edilme tehlikesiyle karşılaşınca, tabiat üstü bir güçle, sanki bir ruh gibi birdenbire Batı Denizinin doğusuna taşındı, Kao-ch’ang’ın kuzeybatısındaki bir dağda yerleşti. Dağdaki bir ağzı münbit, geniş, dört yanı dağlarla çevrili bir ovaya çıkan mağara içine sığındı ve burada on oğlan doğurdu… (13)
2) II. Metindeki A-pang-pu da dâhil, 18 kardeş ya bir ve aynı ‘baba’nın oğulları idiler ya da bir ve aynı “baba” uruğunun üyeleri idiler. Bu oğlanlar bir ve aynı babadan olma çocuklarsa bile, herhâlde bunların hepsinin de anaları bir ve aynı değildi – Birden çok ‘kadın’la evlenmenin örneğini, nitekim I. Metin de II. Metin de veriyor – ve bu analar da ekzogami geleneğine uygun olarak “baba” uruğunun dışından evlenilen kadınlardı. Ekzogami geleneğini de, yine her iki metinde buluyoruz (14).
3) II. Metindeki A-pang-pu’nun kardeşlerinden “birinin adı da İ-shih-ni-shih-tu idi. Bu çocuk kurttan doğmuştur.” Bu habere inanırsak, buna göre, İ-shih-ni-shih-tu, I. Metne göre dişi kurdun doğurduğu 10 oğlandan biri idi. Başka bir deyişle, İ-shih-ni-shih-tu elleri (ve ayakları) kesilip bataklığın ortasındaki otların arasına bırakılan çocuğun oğlu idi veya onun soyundan geliyordu. Bu haber bize, elleri (ve ayakları) kesilip bataklığın ortasındaki otların arasına bırakılan çocuğun 10 oğlunun veya onların soyundan gelenlerin, II. Metindeki A-pang-pu idaresindeki devletin tesisi ve teşkilinde rol aldıklarını açıkça gösterir. II. Metnin -dişi-kurdun doğurduğu veya dişi kurdun neslinden gelen- İ-shih-ni-shih-tu’sunu I. Metnin Kao-ch’ang’ın kuzeyindeki mağarada dişi-kurdun dünyaya getirdiği on erkek oğuldan biri olarak veya onun neslinden biri olarak kabul ettiğimiz takdirde, kaçınılmaz olarak böyle bir sonuç çıkacaktır.
4) I Metnin anlatıcısı/anlatıcıları zaman zaman sessizdir. Chou shu varyantında, “Kurt mağaranın içine sığındı ve daha sonra on oğlan doğurdu. On oğlan büyüdüler ve dışarıdan eşler aldılar. Onların nesillerinden olan her biri bir soy adı aldı, (onlardan biri de) kendine A-shih-na dedi” şeklinde olan kısım Sui shu’da “Kurt mağaranın içine sığındı ve daha sonra on erkek çocuk doğurdu. A-shih-na ailesi, bu çocuklardan birinin soyundan geliyordu” olarak geçer. Burada, Kök Türk devletinin yönetici uruğunun anası A-shih-na’nın evlendiği dişi kurdun oğlundan ve onun oğullarından neden ayrıntılı olarak söz edilmediği sorusu sorulmalıdır. Anlaşılan Chou shu’nun düzenleyicisi bunu kendine sormuş olmalı ki ilk verdiği efsanenin hemen arkasına bu oğulla ve onun oğullarıyla ilgili bilgi veren efsanevî hikâyeyi eklemiş ve Bumın’a kadar gelebilmiştir. Yani II Metin, Bumın’ın büyük-büyük dedesi İ-shih-ni-shih-tu’dan detaylı bahseder, çünkü dişi-kurdun “on oğlu”ndan biri olan tabiat üstü kudretlere de sahip İ-shih-ni-shih-tu “Türk Na Tu-liu”nun atasıdır. Onun iki karısından birinden olan dört oğlunun en büyüğü Na Tu-liu, yıkılan eski devletin sâkinlerini derleyip toparlamış ve diğer üç kardeş’in (*Ak Kun, *Kırgız ve Chu-chih kıyılarında hüküm süren kardeşin) de katıldığı kurultayla kağan seçilip “Türk” unvanını almıştır. İşte, bu “Türk Na Tu-liu Kağan”ın on karısından en küçüğü A-shih-na’nın soyundan gelenler Bumın ve İstemi’nin atalarıydı.
5) Bu durumda, I. Metnin Sui shu ve Pei shi’deki “Aralarında en zekisi o idi ve onların yöneticisi oldu” kısmı, Chou shu’da geçen II. Metindeki “(Göktürk devletini kuran) A-shih-na(lar) ise, (Türk’ün) küçük karısının soyundan geliyordu. Na-tu-liu-shih (Türk) ölünce, on ayrı anneden doğan çocukların hepsi toplandılar ve aralarından birini başkan yapmak istediler. Hepsi bir arada büyük bir ağacın altına gittiler ve orada şöyle anlaştılar: – Ağaca doğru, en çok kim yükseğe atlayabilirse, o başkan olacaktır”. A-shih-na’nın oğlu, diğerlerinin arasında en genç olmasına rağmen, en yükseğe atladı. Hepsi onu kendilerine başkan yaptılar” kısmıyla karşılaştırılmalıdır.
6) Bu seçilmeyle ilgili işaret edilmesi gerekli bir husus vardır: II. Metinde, siyasî birliğin tesis edildiği ve sürdürüldüğü zamanlarda, A-shih-na’nın oğluna gelinceye kadar, büyük kardeşlerin siyasî birliğin başı olduğu, seçildiği görülür. Hikâye, aslında, “Türk Na-tu-liu-shih Kağan’ın ölümünden sonra oğullar arasında bir iç mücadelenin ortaya çıktığını, aralarındaki mücadeleden de en küçükleri “A-shih-na’nın oğlu”nun gâlip geldiğini haber verir gibidir. Anlaşılan o ki, A-shih-na’nın oğlu, kutlu Ötüken bölgesini, yani devletin idarî merkezini de ele geçirmiş ve böylece Türkçe âbidelerin “Türk kara kamag bodun”unu, yani başsız/kağansız Türklerini de yanına alarak mutlak bir gâlibiyet elde etmiş, hatta kökenini unutmamış olduğunu göstermek için ordugâhının kapısı önüne, tepesinde kurdun başının olduğu bir de tuğ vurmuş, “bodun”un ve “dokuz kardeş”in katıldığı kurultayla/törenle de kağanlığını meşrulaştırmıştı. Bu itibarla, eski Türk çağının, belgeli Kök Türk dönemi ve sonrasındaki dişi-kurdun oğulları “Türk” boyları arasında cereyan eden bitmez kağanlık mücadelesinin; devletin idare merkezi Ötüken’i ele geçirme mücadelesinin temelini, belki de büyük kardeşlerin hak talebinde aramak gerekir. Neticede, Türk Tanrısı’nın verdiği kut’la gücü üzerinde toplayan her dişi-kurdun oğlunun nasibinde, ülüg’ünde Ötüken’e sâhip olmak var olabilir. Öte yandan, A-shih-na hanedanının eski Türk çağının en uzun ömürlü hanedan olması da, büyük oğulun tahta geçmesi kuralını kendi içinde dikkatle uygulamış olmasından kaynaklanır. Buna en çarpıcı örnek olarak, Kapgan ve onun oğulları ile İlteriş’in oğulları arasındaki meşhur mücadele verilebilir.
7) Na-tu-liu’nun karısı A-shih-na’nın kimliği meselesi (Golden 1992: 117), “Türk” adı ile ve “Türk” etnik kökeniyle doğrudan ilgili bir mesele değildir. Türk köken efsanesinde “Türk” adının ortaya çıkışı, II. Metinde dişi-kurdun oğlu İ-shih-ni-shih-tu’nun büyük oğlu Na-tu-liu’nun eski devletin sâkinlerini derleyip toparlaması ve diğer üç kardeş’in (*Ak Kun, *Kırgız ve Chu-chih kıyılarında hüküm süren kardeşin) de katıldığı kurultayla kağan seçilmesiyle karşımıza çıkar. Anlaşılan o ki, Na-Tu-liu “Türk”lerin kağanı olmayı bu “unvan” verilerek hak etmiştir. “Türk” adının hem etnik hem de siyasî bir ad olarak kullanılması ise, bildiğimiz kadarıyla Kök Türk devleti dönemine rastlar. Devletin II. dönemine ait Türkçe metinler de bunu açıkça belli eder. Ancak, bir etnik ad olarak “Türk” adının kullanılması çok daha geriye gitmelidir. Golden da, M.S. 6. yüzyılın ortalarından önceki Grek, Lâtin, Hind, Asur, Eftalit, Pers… kaynaklarının “Türk” okutan etnonim adlarını “şüphe”yle karşılasa da sıralamıştır (1992: 116). Aslında, “Türkler”i Kuzey’e çıktıkça daha iyi tanımaya başlayan, onlarla daha yakın temasa geçen “Çinli”lerin M.S. 6. yüzyılın ortalarından önceki haberlerine de, hatta sonraki haberlerine de eşit derecede bir hassasiyeti göstermek gerekmektedir.
8) Yukarıdaki maddeyle bağlantılı olarak, Genel Türk toplum hayatı tarihi içinde gerçekten incelenmeye değer bir konu ise şudur: “Türk” toplumunda kadınlar, evlendikten sonra da doğuş soy adlarını (natal surname) sürdürüyorlar mı idi? Ayrıca onlardan olan çocuklar ananın mı soy adını taşıyordu, yoksa babanın mı? Kadının evlendikten sonra kendi ailesiyle olan bağları nasıldı? vb. Doğrudan sosyal antropolojiyi ilgilendiren bu konuda bildiğimiz kadarıyla derinlemesine bir araştırma yapılmamıştır. Bu konu gerçekten en eski Türklerin etkileşim hâlinde olduğu toplumlardaki durumun ne olduğu noktasından da bakılarak araştırılmalıdır (15). Böyle bir inceleme, Türk köken efsanesi ile ilgili, özellikle II. metindeki “No-tu-lu-shih/Na-tu-liu-shih’in on tane de karısı vardı. Bu kadınların doğurdukları erkek çocukların hepsi de soy adlarını, annelerinin adlarından alıyorlardı.” cümlesinin izahına yarayacaktır. Efsanevî dönemlerde böyle bir usulün olduğu var sayılsa bile, bunun geçen zaman içinde yön değiştirdiği anlaşılmaktadır. Öyle ki, yine Çin yıllıklarında eski Türk çağı için bunu söyletecek kayıtlar da vardır: Meselâ, 16 Aralık 755’te T’ang’a karşı isyan çıkaran An-lu-shan’ın, isyandan önce Hsüan-tsung’ın önünde Ko-shu Han’a söyledikleri şunlardı: “Babam bir Hu (Hind-Avrupalı) idi, annemse Türk; senin baban bir Türk’tü, annense bir Hu (Hind-Avrupalı).” Ko-shu Han’ın babası Türgişlerdendi. Hu T’ang döneminde doğum yeri neresi olursa olsun Hind-Avrupa kökenlileri, özellikle Sogdları kastederdi. Öz babası hakkında hemen hiçbir şey bilinmeyen An Lu-shan’ın üvey babasından miras aldığı ve yaygın olarak Buhara’nın yerlilerine atfen kullanılan An soyadını taşıması (Beckwith 1987: 142, 212. nolu dipnot) bu açıdan önemlidir. An Lu-shan’ın taşıdığı soy addan üvey de olsa onun babalığının soyuna mensup sayılıp sayılmadığı hususu da önemlidir. An Lu-shan’ın annesinin uruğunun ise Tonyukuk’un da uruğu olan A-she-tê’ler olduğu bilinmektedir.


Yorum bırakın